.
copyright emrebaytar  
  ANASAYFA
  FORUM
  GALERİ
  ZİYARETÇİ DEFTERİ
  İLETİŞİM
  CANLI RADYO VE TV
  FİLM İZLE
  DİZİ İZLE
  VİDEO
  MUSİC
  OYUN
  CHAT
  TEKNO TASARIM
  ÇİNİ SANATI
  EL SANATLARI
  EDEBİYAT
  KENTSEL TASARIM
  SİNEMA
  RESİM
  MÜZİK
  TİYATRO
  EBRU,TEZHİP,HAT,MİNYATÜR
  ÜYE GİRİŞ
  SENİN SİTEN HANGİSİ?
  TASARIM SANATI
  ANKET
EDEBİYAT

Dil

Türkçe, Türkiye nüfusunun %90'inin anadilidir. Konuşulan diğer diller arasında çeşitli Kafkas ve Kürtçe diyalektler, Arapça, Rumca, Ladino ve Ermenice gibi 70 kadar dil ve diyalekt yer alır.Türkiye Türkçesi, Ural-Altay dil birliğinde yer alan Türk dil topluluğunun zamanla evrime uğramış güneybatı kolunu temsil etmektedir. Bu dilleri konuşan topluluklar Orta Asya'dan doğu ve kuzeydoğuya, özellikle de batıya doğru yayılmışlardır.

Türkçe çok eski yıllardan beri Orta İrancanın çok çeşitli dil ve lehçelerini etkilemiş, Kafkaslar ve Anadolu'dan da kimi Hint-Avrupa kökenli dilleri uzaklaştırmıştır.İslamiyet'in kabulü ile Türk dili üzerinde bir yandan Arapçanın bir yandan Farsçanın etkileri belirginleşmiştir.19. yüzyılın sonlarından itibaren ise Türk lehçelerine dayanan, Türkiye Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi ve Kazak Türkçesi gibi çağdaş Türk yazı dilerinin oluşumu söz konusudur.Türkçe bugün yeryüzünde konuşulan ortalama 4000 dil arasında, en fazla ve en yaygın konuşulan yedinci dildir ve iki yüz milyonun üzerinde insan tarafından konuşulmaktadır.

Türkler 8. yüzyıldan bu yana birçok yazı dili kullanmakla birlikte en fazla Göktürk, Uygur, Arap ve Latin alfabelerini kullanmışlardır.Cumhuriyetin kurulup, milli birliğin sağlanmasından sonra, özellikle 1923-1928 yılları arasında Türkiye'de en çok alfabe sorunu üzerinde durulmuştur.Yeni Türkiye'yi çağdaş uygarlık düzeyine eriştirebilmek için Batı kültüründen de yararlanılması gerektiğine inanan cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, bu amaçla 1928 yılında Arap alfabesinin yerine, Türkçenin ses düzenine uygun olarak hazırlanan Latin harflerinin kabul edilmesini sağlar.

Dil İnkılabı, Atatürk'ün 1932 yılında dili sadeleştirmek amacıyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti'ni kurmasıyla sürmüştür.Kurulusundan bir süre sonra Türk Dil Kurumu adini alan cemiyetin çalışmaları olumlu sonuçlar vermiş, Türk dilinin Arapça, Farsça kelimelerden arındırılıp sadeleşmesi yolunda önemli adımlar atılmıştır.

Türk Dil Kurumu bugün, 1983 yılında kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesinde, tüzüğü yeniden düzenlenmiş olarak faaliyetlerini sürdürmektedir.Türkçenin sadeleştirilmesi, zenginleştirilmesi ve güzelleştirilmesi bu kurumun görevleri arasındadır.

Türk diliyle ilgili olarak günümüze kadar yapılan olumlu çalışmaların en önemli sonucu, 1932 yılından önce yazı dilinde %35-40 civarında olan Türkçe sözcük kullanma oranının, bugün %75-80'lere ulaşmış olmasıdır.Bu olgu Atatürk'ün yaptığı Dil İnkılabı'nın halka mal olduğunun en önemli kanıtıdır.

Türk Edebiyatı

Türkler'in tarih boyunca oluşturdukları sözlü ve yazılı edebiyat geleneğini ve bu geleneğin ürünlerini içerir. Türk edebiyatı tarihsel gelişimi içinde üç ana bölümde incelenmektedir: İslamlık'tan önceki Türk edebiyatı, İslam uygarlığı etkisinde gelişen Türk edebiyatı, batı uygarlığı etkisinde gelişen Türk edebiyatı. Bu sınıflandırma Türkler'in girdikleri din ve kültür çevrelerinin belirleyici etkisi göz önüne alınarak yapılmıştır.

İslamlık'tan Önceki Türk Edebiyatı

Tarih araştırmalarına göre Türkler'in anayurdu Orta Asya'dır. Türkler'in Orta Asya'daki kültür ürünlerinin tümü bugüne gelebilmiş değildir. İlk Türkçe yazılı belgelerin 6. yüzyıldan kaldığını göz önüne alırsak bu dönem edebiyatı ile ilgili temel belgelerin elde olmadığı söylenebilir.

Sözlü Gelenek: Kaşgarlı Mahmud'un 11. yüzyılda yazdığı Divanü Lugati't-Türk (Türk Dilleri Sözlüğü) adlı kitabında dönemin sözlü ürünleri de yazılı olarak yer alıyordu. Sözlü edebiyat geleneğinde şiir önde geliyordu. Kam, baksı, ozan, şaman adı verilen ilk şairler kopuz denen telli bir çalgı eşliğinde şiirlerini seslendiriyorlardı. Aprınçur Tigin, Çuçu, Kül Tarkan, Çısuya Tutung, Asıg Tutung, Sungku Seli ve Kalım Keyşi yapıtlarından örnekler bulunan ilk şairler arasındadır.

Yazılı Gelenek: İlk Türkçe yazılı belgeler 6. yüzyıldan kalan Yenisey ve 8. yüzyıldan kalan Orhun yazıtlarıdır. Özellikle, anı-söylev türünde yazılmış olan Orhun Yazıtları, Türk dünyasının toplumsal yaşamı, kültür ve sanatı konusunda çeşitli yönlerden zengin bilgilerle doludur.

İslam Uygarlığı Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı

Karahanlı Hükümdarı Satuk Buğra Han'ın 10. yüzyılın ortalarında İslam dinini benimsemesinden sonra Türk dünyası yeni bir uygarlık çevresine girmeye başladı. Batıya göç eden Türk boyları bu uygarlığın etkilerini edebiyat dünyasına da taşıdılar. Kaşgarlı Mahmud Divanü Lugati't-Türk'ü Araplar'a Türkçe öğretmek amacıyla hazırladı. Yusuf Has Hacib İslam ilkelerine dayalı bir devlet felsefesini Kutadgu Bilig (11. yüzyıl) adlı yapıtında işledi. Ali Şir Nevai, Çağatayca'yı zengin bir kültür ve sanat dili olarak geliştirdi. Anadolu'ya gelen Türk boyları da Anadolu'da yeni bir edebiyat geleneğinin oluşmasında büyük rol oynadılar. Anadolu'da ilk örneklerini 13. yüzyıldan başlayarak gördüğümüz bu edebiyat geleneği iki alanda gelişmiştir: Divan edebiyatı, halk edebiyatı.

Divan Edebiyatı: Osmanlılar'da özellikle medresede yetişen aydınların Arap ve daha çok da Fars edebiyatını örnek alarak geliştirdikleri edebiyat geleneği genel olarak "Divan edebiyatı" adıyla anılmaktadır. Buna "zümre edebiyatı", "ümmet çağı Türk edebiyatı" adını verenler de vardır. Divan edebiyatının kuruluş döneminde '13.-15. yüzyıl) Farsça çeviriler çoğunluktadır. İlk şairler (Ahmed-i Dâi, Kadı Burhaneddin, Şeyhi) çoğunlukla dinsel şiirler yazmışlardır. Geçiş döneminde (15.-16. yüzyıl) saray ve çevresi bu tür edebiyatı özellikle desteklemiş, şiirin yanı sıra düzyazı örnekleri de ortaya konmuştur (Ahmed Paşa, Necati, Mercimek Ahmed, Âşıkpaşazade, Sinan Paşa gibi). Divan edebiyatının olgunluk döneminde (16.-18. yüzyıl) etkilenme ve esinlenme aşamasından özgün yaratı aşamasına geldiğini gözlüyoruz. Klasik biçimlere yerli içerikler kazandırılmaya çalışılmış, bu arada yeni akımlar, özellikle "Sebk-i Hindi" denen yeni bir şiir tarzı denenmiştir (Fuzuli, Bâkî, Bağdatlı Ruhi, Nabî, Nef'i, Nedim, Şeyh Galib, Evliya Çelebi, Kâtip Çelebi, Naima, Veysi, Nergisi)

Halk Edebiyatı: Yaratıcıları belli olmayan ya da bilinemeyen halk hikâyeleri, türküler, mâniler, atasözleri, bilmeceler, seyirlik köy oyunları halk edebiyatının bir bölümünü oluşturur. Tekke edebiyatı (13.-16. yüzyıl), halk edebiyatının dinsel içerikli biçimidir. Tasavvufun dinden farklı olan geniş hoşgörüsü ve yorum biçimi zengin bir edebiyat geleneğinin oluşmasında başlıbaşına bir etmen olmuştur. Tekke şiirleri ilahi, nefes gibi özel bestelerle okunurdu. Tekke edebiyatı dili yer yer Arapça ve Farsça sözcükler içerse de kolay anlaşılabilir bir nitelikteydi. Dörtlük nazım birimi ve hece ölçüsü sonuna kadar kullanılmıştır. Bu edebiyatın en önemli temsilcileri Yunus Emre, Nesimi, Kaygusuz Abdal, Hacı Bayram Veli, Hatayi, Pir Sultan Abdal'dır. Halk edebiyatının bir başka alanını oluşturan âşık edebiyatı, 16. yüzyıldan günümüze kadar süren dönemi içerir. Âşık da denen halk ozanları genellikle sazlarıyla Anadolu'yu dolaşarak hem bir geleneği oluşturmuşlar, hem de yaşama savaşı vermişlerdir. Karacaoğlan, Âşık Ömer, Gevheri, Dertli, Dadaloğlu, Erzurumlu Emrah, Bayburtlu Zihni, Ruhsati, Sümmani, Âşık Veysel, Ali İzzet Özkan bunlara örnek olarak verilebilir.

Batı Uygarlığı Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı

Türk (Osmanlı) toplumunda 18. yüzyıldan sonra batı uygarlığı çevresine girme yolunda çalışmalar yapılmıştır. Askerlik ve siyaset alanındaki gelişmeler bir süre sonra edebiyat yaşamında da etkisini göstermeye başladı. Özellikle batıyı gören ve yakından tanıma olanağını bulan edebiyatçılar yeni bir edebiyatın ilk habercileri oldular. Batı uygarlığı etkisinde gelişen Türk edebiyatının başlangıcı olarak Tercüman-ı Ahval (1860) gazetesinin çıkışı kabul edilmektedir. Çünkü bu gazete resmi ya da yarı resmi bir yayın organı değil, özel girişimle çıkartılan ilk Türk gazetesiydi. Böylece başladığı kabul edilen bu yeni dönem şu alt dönemlerde incelenmektedir: Tanzimat dönemi, Servet-i Fünun dönemi, Fecr-i Âti dönemi, Milli edebiyat dönemi, Cumhuriyet ve sonrası.

1- Tanzimat Edebiyatının önemli isimleri:

Namık Kemal, Şinasi, Ahmet Mithat, Ziya Paşa, Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit, Samipaşazade Sezai vb.

2- Servet-i Fünun Edebiyatının önemli isimleri:

Recaizade Mahmut Ekrem, Tevfik Fikret, Cenab Şahabeddin, Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf vb.

3- Fecr-i Âti Edebiyatının önemli isimleri:

Ahmed Haşim, Emin Bülent Serdaroğlu, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Fuad Köprülü, Yakup Kadri Karaosmanoğlu vb.

4- Milli Edebiyatın önemli isimleri:

Ömer Seyfettin, Mehmet Akif Ersoy, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin vb.

5- Cumhuriyet ve Sonrası Edebiyatın önemli isimleri:

Ziya Osman Saba, Yaşar Nabi Nayır, Nazım Hikmet, Orhan Veli Kanık, Oktay Rıfat, Cahit Külebi, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Peyami Safa, Kemal Tahir, Aziz Nesin, Necati Cumalı, Selim İleri, Fakir Baykurt, Orhan Pamuk vb.

 

Aşık-Tekke Edebiyatı

Âşık, Türk Halk Edebiyatında XVI. yy'ın başından itibaren görülen şair tipidir. Âşığın şairlik gücünü rüyasında pirin sunduğu "âşk badesini" içmekle ve "sevgilisinin hayalini" görmekle kazandığına inanılır.Rüya da genellikle âşık adayının karşısına bir sevgili veya saz çıkmaktadır.

Rüyaların süsü ak sakallı bir derviş ve bazen bir bazen üç dolu bardaktır.Bardağın rüyada tas halinde görülmesine de sık sık rastlanır.Ozanlara rüyada sunulan tasların içindeki mayilere aşk dolusu denir. Fars Edebiyatı'nın etkisiyle bâde adını da almaktadır.Bunlar; erlik, pirlik ve âşk badesi diye adlandırılırlar.


Âşıklarımız genellikle bir usta âşığın yanında yetişirler.Ondan hem usta deyişlerini hem de sanatın icrasına ilişkin yol ve yöntemleri öğrenirler.Âşık meclislerinde, kahvelerde bu ustaların sanatlarını icra ediş biçimlerini yeterince kavradıktan sonra, ustalaşan ozanlarda kendilerine çırak alırlar ve gelenek bu şekilde devam eder.

Âşık, bilgi, duygu ve becerisini yaptığı atışmalarda gösterir.Atışmalardaki amaç; yarışmak ve kazanmaktır.Atışmalarda en az iki âşık karşı karşıya gelir.Mecliste bulunan saygın bir kişinin ya da usta bir ozanın ayak söylemesiyle atışma başlar.Ayağa uygun dörtlük söyleyemeyen âşığın yenilgisiyle atışma sona erer.

Âşık Edebiyatının başlıca unsurlarından birisini hikâye anlatma oluşturur.Saz şairleri içerisinde geleneğe bağlı olanların çoğu âşık meclislerinde hikâye anlatırlar.Bir kısım usta saz şairleri ise, bir yandan usta malı halk hikâyeleri anlatırken bir yandan da kendi düzdükleri hikâyeleri anlatırlar.Çıldırlı Âşık Şenlik, Ercişli Emrah, Sabit Müdami geleneğe bu yanıyla katkıda bulunmuş saz şairleridir.

Tonguzların Şaman, Moğol ve Baryatlar'ın Bo veya Bugue, Yakutların Oyun, Oğuzların Ozan dedikleri bu geleneğin temsilcileri toplumun yaşam biçimlerini düşünce ve duygularını, olaylara bakış açılarını şiirleriyle dile getirmişlerdir.Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Dadaloğlu, Karacaoğlan, Erzurumlu Emrah, Ercişli Emrah, Dertli, Aşık Veysel bu geleneğin en önemli temsilcileri olmuştur.Aşıklık geleneği Anadolu coğrafyasında bugün de canlı olarak yaşatılmaktadır.

TEKKE ŞİİRİ

Tekke şiiri, dini ve tasavvufi halk şiiri adı ile de anılmakta olup XI. ve XII.yy'larda tanrı aşkı ve ahiret duygularını dile getiren aşıkların yarattığı bir edebiyat türünün ürünüdür.Dini ve tasavvufi halk şiirinin en önemli ustaları Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli vb.'dir.

Geleneksel Olgular

Aşıklık Gelenekleri

Bir toplulukta eskiden olmalarından ötürü saygın tutulup, kuşaktan kuşağa iletilen kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar olarak ifade edilen aşıklık geleneği diğer kültür değerlerinde olduğu gibi, belirli bir işlevi yerine getirmek, bir ihtiyacı karşılamak üzere geleneksel kültürün yarattığı kültür değeridir.

Halk şiirinde aşıkların şiirlerini dörtlük düzenine göre söylemesi gelenektendir. Yine dörtlük düzeninde hece ölçüsünü ve bu ölçünün yedili, sekizli, onbirli olanlarını kullanmaları geleneğin belirgin örneklerindendir.

Aşıklık geleneklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

1. Mahlas alma.
2. Rüya sonrası aşık olma. (Bade içme)
3. Usta - Çırak
4. Atışma - karşılaşma
5. Leb - değmez (dudak değmez)
6. Askı (muamma)
7. Dedim - dedi tarzı söyleyiş.
8. Tarih bildirme.
9. Nazire söyleme.
10. Saz çalma.

1- Mahlas Alma:

Mahlas, şairlerin yazdıkları şiirlerde asıl adlarının yerine kullandıkları takma ada denir.

Halk edebiyatında mahlas geleneğe bağlı uygulanan bir kuraldır. Aşıkların çoğunun asıl ismi unutulmuş, mahlasları isim olarak kullanılır olmuştur. Dadaloğlu'nun asıl adı Veli, Sümmani'nin Hüseyin, Gevheri'nin Mehmet vb.'dir.

Aşık geleneğe uygun olarak kullanacağı mahlası şu yollarla alır:

a) Mahlasını Kendi Seçerek Alma:

- Adını, soyadını mahlas olarak kullanır.
- Yaşayışına ve sanatına uygun olarak kendi seçtiği herhangi bir ismi mahlas olarak kullanır.

b) Bir usta aşıktan imam, pir ya da mürşitten alma.

- Usta aşık çırağı sınava tabi tutar.
- Usta aşık çırağının durumuna göre bir mahlası uygun görür.
- Şeyh ve pirin manevi tesiriyle mahlas alır.

c) Rüyasında bade içerken alma.

2- Rüya Sonra Aşık Olma (Bade İçme) :

Rüya motifi Türk Halk Edebiyatında sıkça karşımıza çıkan bir motiftir. Genellikle halk hikayelerinde yer alan bu motif bazı aşıkların hayat hikayeleri içinde de görülmektedir.

Aşıklar aşıklığa başlamayı ya da yetişip usta aşık olmayı geleneksel bir unsur olarak gördükleri iki önemli yol, usta yanında yetişme ya da rüyada bade içerek badeli aşık olmaya bağlarlar.

Bade, şerbet, su gibi içilecek bir mai olabileceği gibi elme, nar, ekmek, üzüm gibi herhangi bir yiyecek de olabilir.

Aşık edebiyatında bade içme rüya motifi bir gelenek icabıdır. İnanışa göre aşık olmak için ya usta yanında yetişmek ya da mutlaka "pir" elinden bade içmek gerekir.

Bade aşığa;

- Bir pir tarafından,
- Üçler tarafından,
- Beşler tarafından,
- Yediler tarafından,
- Kırklar tarafından verilir.

3- Usta - Çırak:

Aşık edebiyatında yüzyıllar boyu yaşatılan geleneklerin en önemlilerinden biri de usta çırak geleneğidir. Aşıklar genellikle bir usta aşığın yanında onun çırağı olarak yetenekler ölçüsünde olgunlaşırlar.

Gelenek gereği icracılık ve aşığın şairlikteki ustalığı için üstad da denilen bir aşığın yanında ders almaları gerekmektedir. Genç aşığın ustasının yanında çok büyük bir sabır göstermesi gerekmektedir. Sabrın sonunda çırak ustasının hayır duasını alarak tek başına halk önüne çıkma iznine kavuşur.

4- Aşık Karşılaşmaları:

Atışma, aşıkların dinleyenler karşısında, deyişme sırasında birbirini iğneleyici fakat mizah çerçevesi içinde söyleşmeleridir.

Karşılama,aşıkların rakibine üstün gelmek için soru cevaplı tarzı seçmesi yada onu mat etmenin yollarını aramasıdır.

Aşıkların doğaçlama, karşılıklı olarak belirli bir kural çerçevesinde söyleşmelerine "atışma" denir. Atışma, en az iki aşığın dinleyici huzurunda karşı karşıya gelerek birbirlerini sazda ve sözde belli kurallar çerçevesinde denenmeleri esasına dayanır.

5- Leb-Değmez:

Aşıkların ustalıklarını sergilemek için bir nevi söz hüneri olarak başvurdukları bir biçimdir. İçinde (B,P,M,V,F) dudak ve diş-dudak sesleri bulunmadan söylenilen şiir demektir. Aşıkların dudakları arasına iğne koyarak yarıştıkları bir atışma biçimidir.

6- Askı (Muamma):

Muamma, halk şiirinde bir kimsenin ya da varlığın adını gizleyen şiir demektir. Aşık edebiyatında muammanın özel bir önemi vardır. Aşıklarca muamma düzenlemek ya da bir muammayı çözmek bilgi ve zeka ister.

"Murat Uraz" muammanın uygulanışını şu şekilde anlatmaktadır:

Kahvelerde muamma teşhir edildiği gecelerde; sigara ve nargile içilmez, kimse sesli konuşmaz, herkes intizam içinde oturur. Halk şairi tarafından hazırlanmış muamma büyük ve uzaktan okunabilecek bir yazı ile kağıda yazılır ve tahtaya yapıştırılır. Tahtaya bir milimetre kalınlığında bal mumu sürülür. Aşıklar nöbetle kahveye gelenlere işine ve halk arasındaki derecesine göre ağırlamalar söylerler. Ağırlanan kişi de ağırlığına göre muammanın etrafındaki bal mumu sürülmüş tahtaya para yapıştırır. Muammayı kim çözerse paraları alır ve muammayı tertipleyen aşık da bir taksim çıkarırdı. Şayet bu muamma birkaç gece kahve duvarında asılı kalır, kimse tarafından da çözülmemiş olursa sahibi olan aşık bunun ne olduğunu söyler ve bütün paraları alırdı.

7- Dedim - Dedi Tarzı Söyleşi:

Halk şiirinde yaygın olarak kullanılan bir biçim olup koşma ve semailerdeki aşık ve sevgilinin (dedim-dedi ifadesine bağlı) karşılıklı söyleşmeleridir.

8- Tarih Bildirme:

Aşık, kıtlık, yangın,sel felaketleri, salgın hastalık, önemli savaşlar vb. toplumu yakından ilgilendiren sosyal hayatla ilgili olaylarla kendi doğum tarihini şiirlerinde tarihi birer belge olmasını istemiş ve genellikle ilk yada son dörtlükte bazen de ara yerde tarih belirtmiştir.

9- Nazire Söyleme:

Nazire, bir şairin şiirini diğer bir şair tarafından aynı uyak ve ölçüde benzer bir biçimde yazma demektir.

10- Saz Çalma:

Saz, aşık için ilhamı kamçılayan bir alet olup aşıklık geleneğinin en önemli unsurlarından biridir.

Türler

Aşık Edebiyatında Türler

A)HECELİ TÜRLER

1)Koşma

Türk halk şiirinin en yaygın türüdür. Hece ölçüsünün 6+5=11 ya da 4+4+3=11'li kalıbı kullanılır. Konuları bakımından koşmanın kişi ve doğa güzelliğini övenine "güzelleme", yiğitlik konusunu işleyenine "koçaklama", bir kişi ya da toplumun kötü yönlerini eleştirenlere "taşlama", yasla ilgili olanlarına "ağıt" adı verilmektedir.

2)Semai
Halk şiirinde hecenin sekizli ölçüsü ile koşma biçiminde tertip edilip özel bir ezgi ile söylenen şiirlere denir.Genellikle en az üç, en fazla beş dörtlükten oluşur. Çoğunlukla; doğa, güzellik ve ayrılık temalarını işler.

3)Varsağı

Güney Anadolu'da "Varsak" boyu halkınca özel bir ezgi ile söylenen nazım türlerinden biridir.Dörtlük sayısı üç ile beş arasında değişmektedir. Varsağı, biçimce semaiye benzemekte olup semai gibi hece ölçüsünün sekizli kalıbıyla söylenmektedir.Aralarındaki fark söyleyiş biçimlerinde ve ezgilerindedir.

4)Destan

Aşıkların sevgilerini, kahramanlık olaylarını, günlük olaylarla ilgili kimi durumları ve bazı acıklı olayları anlattıkları biçim olarak halk edebiyatı nazım türlerinden koşmaya benzeyen, koşmadan dörtlük sayısı, konu, anlatım ve ezgi yönünden ayrılan halk şiiri türüdür.

B)ARUZLU TÜRLER

1)Divan

Halk şiirleri arasında "divani" adıyla bilinen divan, aşık edebiyatı nazım şekillerinden olup, aruzun fâilâtün / fâilâtün / fâilâtün / fâilün kalıbıyla söylenmiş şiirlerdir.

2)Selis

Halk edebiyatında feilâtün (fâilatün) / feilâtün / feilâtün / feilün yazılan şiirlerdir.Genellikle 19. yy aşıkları tarafından kullanılan selisin en fazla yazılan tipi gazel biçiminde olanıdır.Hece ölçüsünün on beşli kalıbına da uyan selislerin en belirgin özellikleri farklı bir ezgiye sahip olmalıdır.

3)Semai

Aşık edebiyatında hece ölçüsü ile yazılan semailerden başka bir de divan edebiyatının etkisi ile aruzla yazılmış semailer bulunmaktadır. Semai aruz ölçüsünün mefâilün / mefâilün / mefâilün / mefâilün kalıbıyla yazılan ve özel bir beste ile okunan aşık edebiyatı ürünüdür.

4)Kalenderi

5)Satranç

Aruzun mefteilün / müfteilün / mefteilün / müfteilün kalıbıyla yazılan gazel biçimindeki şiirlerdir.

6)Vezni Aher

Aruzun müstef'ilâtün / müstef'ilâtün / müstef'ilâtün / müstafilâtün kalıbıyla yazılan şiirlerdir.

 


Tekke Şiiri

Tekke şiiri, dini ve tasavvufi halk şiiri adı ile de anılmakta olup XI. ve XII.yy'larda tanrı aşkı ve ahiret duygularını dile getiren aşıkların yarattığı bir edebiyat türünün ürünüdür.Dini ve tasavvufi halk şiirinin en önemli ustaları Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli vb.'dir.

Tekke Şiirinde Türler

1)İlahi

İlahiler, tasavvuf görüş ve anlayışını anlatan bunun inceliklerini, ilahi hikmetleri ve sırları dile getiren manzumeler olup herhangi bir tarikatın izini taşımaksızın Tanrı'yı öven,Tanrı'nın büyüklüğü ve gücünü telkin eden şiirlerdir.Dini törenlerde ve dergahlarda kendine özgü bir makamla söylenir. İlahiler dörtlükler ya da beyitlerle yazılırlar.Dörtlüklerle yazılanlar genellikle 7'li, 8'li bazen de 11'li hece ölçüsü ile koşma uyak düzeninde yazılır.Beyit ile yazılanlar ise genellikle 11,14 ve 16'lı hece ölçüsü ile bazıları ise aruz ölçüsüyle yazılır.

2)Nefes

Dini temellere bağlı aşık edebiyatı nazım şekillerinden ilahilerin Alevi-Bekteşi aşıklarınca yazılanlarına denir. Konusu genellikle tasavvuftaki vahdet-i vücud,Alevi-Bektaşi ilkeleri tarikat kurallarıyla ilgilidir.Dili sade bir Türkçe olan nefesler biçim olarak koşma gibidir. Dörtlükler halinde hece ölçüsünün 7,8,11'li kalıpları ile ya da az da olsa aruzla yazılanlara rastlanmaktadır.

3)Ayin

Mutasavvıflara has bazı hal ve hareketleri ifade etmek için ilk defa İranlılar tarafından kullanılan ayin terimi daha sonra Türk Tasavvuf Edebiyatına da geçmiş Mevlevilerin sema meclislerinde söyledikleri ilahilere verilen ad olmuştur.

4)Tapuğ

Gülşeni tarikatında ayinler sırasında okunan şiirlere tapuğ denir.

5)Durak

Mevlevi dışındaki tarikatların hemen hepsinde bulunan fakat genellikle Halveti Tarikatına mensup kişilerce zikrin birinci bölümünü teşkil eden Kelime-i Tevhidden sonra İsm-i Celal zikrine geçmeden önce verilen orada bir yada iki zakir tarafından her makamdan okunan, serbest olarak bestelenmiş Türkçe manzumelerdir.

6)Cumhur

Mevlevi ve Bektaşi dergahları dışında topluca okunan ilahilere verilen addır.

7)Hikmet

Dini ve tasavvufi halk şiirinde şairin anlayış ve sezgilerine göre din konularını işleyen şiirlere denir.

8)Devriye

Dini ve tasavvufi halk edebiyatında devir nazariyesini işleyen şiirlerdir.Devriye; evrenin ve insanın Tanrı'dan çıkıp, tekrar Tanrı'ya dönmesi felsefesine göre yazılan tasavvufi şiirlerdir.

9)Şathiye

Dini ve tasavvufi halk şiirinde genel olarak mizahi manzumelere şathiye adı verilir.Şathiyeler, mutasavvıf şairlerce söylenmiş ya da yazılmış, tasavvufi inançları dile getiren, anlaşılması yorumlanmasına bağlı şiirlerdir.

10)Tevhid

Allah'ı, yaratılış ve kainatın aslı gibi unsurları bir arada yorumlayan manzumelere "tevhid" denir.Divan edebiyatı nazım türlerinden gazel, kaside ve mesnevi biçimlerinde kaleme alınmışlardır.

11)Nutuk

Tekkelerde tarikat ulularının özellikle eğitici mahiyette olmak üzere söyledikleri şiirlere verilen addır.

12)Deme

Alevi tarikatından olan tasavvuf şiirlerinin tarikatlarını ve hareketleriyle ilgili temaları işleyen, sorunlarını konu edinen şiirlerine "deme" adı verilir. Genellikle 8'li hece ölçüsüyle yazılan demeler saz eşliğinde kendine özgü bir makamla söylenir.

13)Duvaz

Düvaz imam, düvaze, imam da denilen duvazlar On İki İmam'ı öven nefeslerdir.

 

Halk Şairleri

 

Destanlar

Türk ulusunun yazılı kültürlerinin oluşmadığı çağlara ait söz, ezgi ve seyirlik anlatımın oluşturduğu, evrenin ve varlıkların yaradılışı ile ulusun geçmişte olduğuna inanılan önemli olaylarını ve toplumun önderlerinin halkı için verdiği savaşlarını konu edinen uzun ölçülü söz-anlatım ürünleri.

ALP ER TONGA DESTANI

İran padişahı "Minûçehr"in ölümünü haber alan Turan padişahı Peşeng, İran aleyhine savaş açmak için Türk ulularını topladı:"İranlılar'ın bize yaptıklarını biliyorsunuz.Türkün öç alma zamanı gelmiştir" dedi.Oğlu "Alp Er Tonga"nın içinde öç duygularıyla kaynadı.Babasına:"Ben aslanlarla çarpışabilecek kişiyim.İran'dan öç almalıyım" dedi. Boyu servi gibi, göğsü ve kolları aslan gibi idi.Fil kadar güçlü idi.Dili yırtıcı kılıç gibi idi.

Savaş hazırlıkları yapılırken Türk padişahının öteki oğlu "Alp Arız" saraya gelip babasına:"Baba! Sen Türkler'in en büyüğüsün. Minûçer öldü ama İran ordusunun büyük kahramanları var.İsyan etmeyelim. Edersek ülkemiz yıkılıp gider" dedi. Peşeng, oğluna şöyle cevap verdi: "Alp Er Tonga avda arslan, savaşta savaş filidir. Bahadır bir timsahtır.Atalarının öcünü almalıdır.Sen onunla birlik ol.Ovalarda otlar yeşerince ordunuzu "Amul"a yürütün. İran'ı atlarınıza çiğnetin. Suları kana boyayın."

Baharda Türk ordusu alp Er Tonga'nın buyruğunda İran üzerine yürüdü.Dehistan'a geldi. İki ordu karşılaştı.Türk kahramanlarından Barman İranlılar'a doğru ilerleyip er diledi. İran kumandanı ordusuna baktı.Gençlerden kimse kıyışamadı.Yalnız kumandanın kardeşi Kubâd atıldı.Fakat yaşlıydı. Kardeşi ona dedi ki: "Barman genç, arslan yürekli bir atlıdır.Boyu güneşe kadar uzanmıştır.

Sen yaşlısın. Kan, ak saçlarını kızartırsa yiğitlerimiz ürker". Fakat Kubâd dinlemedi: "İnsan av, ölüm onun avcısıdır" diyerek savaşa çıktı.Barman ona: "Başını bana veriyorsun. Biraz daha bekleseydin daha iyiydi. Çünkü zaten senin hayatına kasdetmiştir" dedi. Kubâd: "Ben zâten dünyadan payımı almış bulunuyorum" diye karşılık vererek atını saldırdı.Sabahtan akşama kadar uğraştılar. Sonunda Barman kargı ile Kubâd'ı devirerek zaferle Alp Er Tonga'nın yanına döndü. Bunu görünce İran ordusu ilerledi.İki ordu birbirine girdi. Cihanın görmediği bir savaş oldu. Alp Er Tonga üstün geldi.İranlılar dikiş tutturamayıp dağıldılar. İran padişahı iki oğlunu memlekete göndererek kadınları Zâve dağına yollattı.

Türk ve İran orduları iki gün dinlendikten sonra üçüncü gün Alp Er Tonga yeniden saldırdı.İran büyükleri ölü ve yaralı olarak savaş alanını doldurdular. Geceleyin İranlılar bozuldu.Bunu görünce İran padişahı ve başkumandanı Dehistan kalesine sığındılar.Alp Er Tonga kaleyi kuşattı. İran padişahı kaleyi bırakıp giderken ardına düşen Alp Er Tonga onu tutsak etti.

İran'a tâbi Kâbil ülkesinin pâdişahı olan kahraman Zâl İranlıların yardımına geldi.Büyük savaşlar yaparak Türk ordularını bozdu.Bundan öfkelenen Alp Er Tonga, tutsak bulunan İran pâdişahını kılıçla öldürdü.Öteki tutsakları da öldürecekti.Fakat kardeşi Alp Arız onu vazgeçirdi.Tutsakları 'Sarı'ya göndererek hapsettirdi.Kendisi de Dehistan'da 'Rey'e gelerek İran tacını giydi.İran ülkesinde padişah oldu. Fakat Sarı'daki tutsakların kaçmasına sebep olduğu için kardeşi Alp Arız'ı öldürdü.İran tahtına Zev geçtiği zaman iki ordu yine karşı karşıya gelip beş ay vuruştular.Ortalıkta kıtlık oldu.Sonunda insanlık bitmesin diye barış yaptılar.İran'ın şimal ülkeleri Turan'ın oldu.

Fakat Zev ölünce Alp Er Tonga yine İran'a saldırdı. Kardeşi Alp Arız'ı öldürdüğü için babası kendisine dargındı. Fakat yeni İran padişahı da ölüp İran tahtı yine boş kalınca Turan padişahı Peşeng, oğlu Alp Er Tonga'ya yine haber yolladı.Ceyhun'u geçerek İran tahtına oturmasını bildirdi. İranlılar Türk ordusunun geleceğini duyunca korkup Zâl'e başvurdular Zâl artık kocadığını söyleyerek oğlu Rüstem'i yolladı.

İki ordunun öncüleri arasındaki çarpışmada Rüstem Türkler'i yenerek Keykubâd'ı İran tahtına çıkardı.Asıl orduların çarpışmasında ise Rüstem, Alp Er Tonga ile karşı karşıya geldi. Alp Er Tunga'yı yenecekken Türk bahadırları onu kurtardılar.Rüstem bir hamlede 1160 Türk kahramanı öldürdüğü için Türkler yenildiler. Ceyhun'u geçtiler. Alp Er Tonga babasının yanına döndü.Babasını barışa kandırdılar. Barış yaptılar.

İran tahtına Keykâvus geçtikten sonra Araplar isyân ettiler. Fakat galip gelen Keykâvus bir ziyafette sarhoş edilerek bağlandı. Bu haber İran'ı karmakarışık etti. Alp Er Tonga büyük bir orduyla Araplar'ın üzerine atılarak onları yendi. Türk ordusu İran'a yayılarak herkesi tutsak etmeye başladı. İranlılar yine Zâl'den yardım istediler. Zâl, Araplarda tutsak olan Keykâvus'u kurtarıp onların ordularını da kendi ordusuna kattıktan sonra Türkler'e yöneldi. Kanlı bir savaşta Turanlıların yarısı öldü. Alp Er Tonga yenilerek kaçtı.

Bir gün İran'ın yedi ünlü pehlivanı Rüstem'e Turan'a giderek Alp Er Tonga'nın avlağında avlanmayı teklif ettiler.Sirahs civarındaki bu avlağa gidip yedi gün kaldılar. Alp Er Tonga bunu duyunca ordusuyla geldi.Teke tek dövüşlerde Türk pehlivanları İranlılardan üstün geldilerse de işe Rüstem karışınca yedi pehlivan ile birlikte Türk ordusunu dağıttı.Hatta az kalsın Alp Er Tonga da tutsak oluyordu.

Keykâvus İran'da eğlenceler, aşk oyunları ile uğraşırken Alp Er Tonga Türk atlılarıyla ilerledi. Bu haber Keykâvus'a geldi. Oğlu Siyâvuş ile Rüstem'i Türkler'e karşı yolladı.Türk öncülerini yenerek Belh kalesini aldılar.Bu sırada kötü bir rüya görüp bunu tabir ettiren Alp Er Tonga, beğlerin fikrini de alarak İranlılar'la barış yaptı.Onlara rehineler verdi.

Buhara, Semerkand ve Çaç şehirlerini bırakıp "Gang" şehrine çekildi. Fakat bu barışı istemeyen Keykavus, Rüstem'e ve Siyâvuş'a kızıp kötü muamele ettiğinden Rüstem kendi ülkesine çekildi. Siyâvuş da Alp Er Tonga'ya sığındı.Türklerin payıtahtı olan Gang şehrine kadar büyük saygı görerek geldi. Kendini çok sevdirdi.Hatta Türk kahramanlarından 'Piran'ın kızı ile ve biraz sonra da Alp Er Tonga'nın büyük kızı olan güzel 'Ferengis' ile evlendi. Pîran'ın kızından bir oğlu oldu.Adını Keyhusrev koydular.

Bir müddet sonra, Siyâvuş'u çekemeyenler Alp Er Tonga'ya aleyhinde sözler söylenerek aralarını açtılar. Siyâvuş öldürüldü. Bunun üzerine Rüstem yine ortaya çıktı. İlk çarpışmada Alp Er Tonga'nın oğlu 'Sarka'yı öldürdüler.Alp Er Tonga bunun öcünü almak için bizzat yürüdü. Fakat savaşı İranlılar kazanarak onu Çin denizine kadar kaçırdılar. Rüstem Turanlıları nerde bulduysa öldürüp altı yıl Turan'da kaldıktan sonra çekilip yurduna geldi.

Alp Er Tonga Turan'ın yakıldığını, Türkler'in öldürüldüğünü görünce kan ağladı. Öç almaya and içti. Ordu toplayarak İran'a girdi. Ekinleri yaktı. İran'a hakim oldu. Kıtlık çıkararak İranlılar yedi yıl açlıktan kırıldılar. Bunun önüne geçip İran'ı kurtarmak için Keyhusrev'e tahtı bıraktı.Keyhusrev, Alp Er Tonga'dan öç almak için ordusunu hazırladı.Fakat bu ordu daha Alp Er Tonga ile karşılaşmadan bozuldu.Keyhusrev yine ordu yolladı.Türkler'den Bazur adında birisi büyü yaparak dağlara kar yağdırdı.İranlılar'ın elleri tutmaz oldu. Böylelikle İran ordusunu doğradılar.İranlılar yine Rüstem'i yolladılar. Harikulade savaşlardan sonra Rüstem Türk ordusunu bozup Türk ordusunda bulunan Çin hakanını da tutsak etti.

Alp Er Tonga bu haberi alınca pek üzüldü. Uluları toplayıp danıştı.Bunlar: "Ne yapalım! Çin, Saklap orduları bozulduysa, Turan ordusuna bir şey olmadı. Anamız bizi ölmek için doğurdu" dediler.Alp Er Tonga hazırlığa başladı. Oğlu 'Şide' onun maneviyatını yükseltti.Bu savaşa Turan ordusu tarafından, Çin dağlarında oturan "Püladvend" adında bir Çinli de ordusuyla iştirak etti.İran pehlivanlarını yendiyse de sonunda Rüstem'e yenildi.Bunun üzerine Turan ve İran orduları çarpıştı. İranlılar kazandı.Alp Er Tonga kaçtı. Bundan sonra Keyhusrev dünyanın üçte ikisine hakim oldu.Bir gün sarayında şarap içerken Turan, sınırından İranlılar gelip Turanlılar'ın kendilerine zarar verdiğini söylediler. Keyhusrev bu işi halletmek için İran kahramanlarından 'Bijen' i gönderdi.Bijen sınırda ve Turan tarafındaki bir ormanda, yanındaki güzel kızlarla eğlenen 'Menîje'yi gördü.Menîje, Alp Er Tonga'nın kızıydı. Birbirlerini sevdiler.Menîje onu Turan'a, sarayına götürdü.

Alp Er Tunga bunu duyunca çok öfkelendi. Bijen'i kuyuya hapsetti.Kızını da kovdu. İran padişahı genç kumandanının gelmediğini görünce yine Rüstem'i yolladı. Rüstem tüccar kılığında Türk pâyitahtına kadar gitti.Bijen'i kurtardığı gibi Alp Er Tonga'nın da sarayını basarak onu kaçırdı, Menîje'yi İran'a gönderdi. Alp Er Tonga ise yeniden ordu yığarak yürüdü.İran ordusunun arkasında 'Bîsütun' dağı vardı.Yine Rüstem'in sayesinde İranlılar bu savaşı kazandılar. Alp Er Tonga, Karluk'a kadar kaçtı.Beğlerine dedi ki: "Ben dünyaya buyruğumu geçiriyordum.Minûçehr zamanında bile İran Turan'a denk olamamıştı. Minûçehr zamanında bile İran Turan'a denk olamamıştı.Fakat bugün İranlılar hayatımı sarayımda bile tehdit ediyorlar.

İyi bir öç almayı düşünüyorum. Bin kere bin bir Türk ve Çin ordusuyla yürüyelim" Toplanmaya başladılar.Fakat bizzat Alp Er Tonga'nın iştirak etmediği ilk savaşı İranlılar kazandılar. İran padişahı Asıl Alp Er Tonga'yı yok etmek istiyordu.Yeniden her yandan ordular toplayarak ilerledi. Alp Er Tonga bin kere bin ordusunun üçte ikisini toplamıştı. 'Beykend' şehrinde oturuyordu.Karargâhında pars derisinden çadırlar vardı. Kendisi altınlı ve mücevherli bir taht üzerinde idi. Karargâhın önünde birçok kahramanların bayrakları dikili idi.İleriye gönderdiği ordunun bozulduğunu duyunca başı döndü. Öç almadan dönmemeye and içti. Oğlu 'Kara Han' a ordusunun yarısını vererek Buhâra'ya gönderdi.Oğullarından Şide (ki asıl adı Peşeng idi), Cehen, Afrâsiyab, Girdegîr ve oğlu İlâ'nın oğlu Güheylâ bu orduda idiler.Çigil, Taraz, Oğuz, Karluk ve Türkmenler çerisini teşkil ediyordu. İki ordu karşılaşınca ilk önce İran padişahı Keyhusrev'le Alp Er Tonga'nın oğlu Şide teke tek dövüştüler.

Şide öldü. Alp Er Tonga duyunca saçlarını yoldu. Ertesi gün iki ordu akşama kadar savaşıp ayrıldılar.Daha ertesi gün yine çarpışıldı.Alp Er Tonga kükremiş gibi saldırıyordu.İran'ın büyük pehlivanlarından birkaçını öldürdü.Keyhusrev'le Alp Er Tonga karşı karşıya geldiler.Fakat Turan pehlivanları onun İran padişahıyla dövüşmesini istemeyerek atının dizgininden tutup geri götürdüler.O gece Alp Er Tonga ordusunu alıp Ceyhun'un ötesine geçti. Kara Han'ın ordusuyla birleşip Buhara'ya geldi.Biraz dinlendiler.Sonra pâyıtahtı olan Gang'a geldi. Bu şehir cennet gibiydi.Toprağı mis, tuğlaları altındı. Her yerden ordular çağırdı.

Bu sırada casusları Keyhusrev Ceyhun'u geçti diye bildirdiler. Keyhusrev ilk önce Suğd'a geldi. Bir ay kalıp itaate aldı. Yine ilerledi. Türkler İranlılar'a su vermiyorlar, ordunun arkasında yalnız kalmış İranlı bulurlarsa öldürüyorlardı. Keyhusrev de önüne çıkan saray, kale, erkek, kadın en bulursa yok ediyordu. İki ordu 'Gülzâriyun' ırmağı kıyısında karşılaştılar. Birbirine girdiler. Alp Er Tonga'nın ordusundan Keyhusrev'e korku gelmişti. Ordunun arkasına çekilip Tanrıya yalvardı. Derhal fırtına kopup tozları Turan ordusuna doğru atmaya başladı. Türkler bozuldular. Fakat Alp Er Tonga kaçmak isteyenleri öldürerek ordusunu durdurdu. Dönüp iyen savaştılar.

Gece çökünce iki ordu ayrıldı. Alp Er Tonga ertesi günü yine çarpışacaktı.Fakat kendisine gelen haberci oğlu Kara Han'ın ordusundan yalnız Kara Han'ın sağ kaldığını bildirdi. Bunun üzerine ağırlıklarını bile toplamadan hızla ordusu ile çöle atıldı. Rüstem'i vurmak istiyordu.Keyhusrev bunu Rüstem'e bildirdiği gibi kendisi de onun ardına düştü.Alp Er Tonga, Gang'a gelip Rüstem'e baskın yapmak istediyse de onun tetikte olduğunu görerek vazgeçti. Şehre girdi. Bu kalabalık şehrin kalesi o kadar yüksekti ki üstünden kartal bile uçamazdı. İçinde yiyecek boldu.Her köşesinde kaynaklar, havuzlar vardı. Havuzlar bir ok atımı boyunda ve eninde idi. Güzel bahçeleri, saraylarıyla bir cennetti.Alp Er Tonga ordusuyla Gang'a kapandı.Çin padişahına da mektup yazıp yardım diledi.Keyhusrev de ordusuyla gelerek Rüstem'le birleşti.Kalenin çevresine hendekler kazdırdı.Odunlar yığıp katranla ateş verdiler. Duvarlar yıkıldı.Şehre hücumla girdiler. Herkesi öldürdüler.

Alp Er Tonga sarayının altındaki gizli yoldan 200 beği ile kaçarak kurtuldu. Çin padişahının yanına gitti.Çin hakanı büyük bir ordu hazırlamıştı.Bunu duyan Türkler her taraftan Alp Er Tonga'nın yanına gidiyorlardı.Keyhusrev Gang'a, bir kumandan bırakıp Alp Er Tonga'nın üzerine yürüdü.Karşılaştılar.Alp Er Tonga ona bir mektup yazarak insanlardan uzak ve kendisinin beğeneceği bir yerde teketek dövüşmeği teklif etti. Keyhusrev kabul etmedi.O gün iki ordu akşama kadar çarpıştı. Gece olunca Keyhusrev ordusunun önüne hendekler kazdırdı. Bir kısım kuvvetlerini Türk ordusunun gerisine gönderdi. Türkler gece baskını yapıp hendeğe düştüler. Arkalarındaki kuvvetler de pusudan çıktı. Türk ordusunu yendiler. Alp Er Tonga kalan çerisiyle çöle çekildi. Keyhusrev Gang'a döndü. Çin padişahı da Keyhusrev'den korkarak ona elçi gönderdi.

Keyhusrev, Alp Er Tonga'yı bir daha yanına almamak şartı ile onunla barıştı. Alp Er Tonga bunu işitince perişan bir halde çöle çekildi. Zere denizine geldi. Bu, ucu bucağı olmayan bir denizdi. Orada bir gemici vardı: "Ey padişah! Bu derin denizi geçemezsin. 78 yaşındayım. Bunu, bir geminin geçtiğini görmedim" dedi. Alp Er Tonga, "Tutsak olmaktansa ölmek yeğdir" diye cevap verdi. Bir gemi yüzdürttü. Binip yelken açtılar. 'Gangıdız' şehrine vardılar. Alp Er Tonga orada "geçmişi düşünmeyelim. Talih yine buna döner" diyerek yatıp uyudu. Keyhusrev, Alp Er Tonga'nın suyu geçtiğini haber aldı. Hazırlıklar yaparak birtakım ülkeleri aldıktan sonra Zere denizinin kıyısına geldi. Yedi ayda denizi geçtiler. Gangidiz'i aldı. Bulduklarını kestilerse de Alp Er Tonga gizlice kaçtı. Keyhusrev buradan Turan'ın payıtahtı oldu. Gang'a geldi. Alp Er Tonga'yı soruşturdu. Kimse bilmiyordu. Halbuki bu sıralarda o yiyeceksiz, içeceksiz dolaşıyordu. Kayalık bir dağın tepesindeki bir mağarayı kendine ev yapmıştı. Bu mağarada insanlardan uzak yaşayan 'Hûm' adında biri vardı. Bir gün mağarada bir ses işitti. Alp Er Tonga kendi kendine tâliine yanıyordu. Bu sözlerin Türkçe olmasından yabancının kim olduğunu anlayan Hûm ona hücum ederek tutsak etti. Fakat o yine kaçarak suya atıldı. Keyhusrev bu işi duydu. Hile ile Alp Er Tonga'yı sudan çıkararak öldürdüler.

 

Kalbin Solukları

Efsaneler

Halk edebiyatı ürünlerinden biri olan efsaneler, geçmişle günümüz arasında kültürel aktarımı sağlayan, insanın ve onun oluşturduğu kültürel yapının anlaşılmasına katkıda bulanan alanlardan biridir.Gerçek ve hayali varlıklara, yer ve olaylara olağanüstü özellikler atfederek oluşturulan, anlatılanların gerçek olduğuna ilişkin inançla birlikte kişinin bireysel - toplumsal yaşamını yönlendiren söyleyeni belli edebiyat türlerinden biridir.Konularına göre şöyle sınıflandırılır;

1)Tarihi yer, kişi ve olaylarla ilgili efsaneler

2)Olağanüstü varlıklarla ilgili efsaneler

3)Hayvanlarla ilgili efsaneler

4)Dinsel konularla ilgili efsaneler

5)Bitki ve ağaçlarla ilgili efsaneler

6)Doğal çevre ve olaylarla ilgili efsaneler

EFSANE ÖRNEKLERİ

Albat Dağı Ejderhası

Eteğinde Ortanca Çeşme'nin bulunduğu Albat Dağı'ndan, bir ejderha çıkmış.Bu çeşmeye kimseyi yaklaştırmayarak, insanları susuz bırakmış.İnsanların çaresizliği karşısında, şehrin beyi eline iki yanı keskin bir kılıç alarak, bu ejderhayı öldürmeye gitmiş.Bey kılıcını iki eliyle ve enine tutmuş.Ejderha burnundan alevler saçarak, derin soluklarla beyi içine çekip yutmuş.

Beyin elinde enine tuttuğu, iki tarafı da kesici kılıç, ejderhayı ağzından, kuyruğuna kadar ikiye parçalayıp öldürmüş.Bey konağına dönünce, bahçesindeki havuzu sütle doldurtup, hemen soyunarak içine girmiş.Havuzdaki süt ejderhanın, beye bulaşan zehri nedeniyle bir anda kesilip, çökelekleşmiş.Bey, süt kesilmeyene kadar, bu süt banyosunu sürdürerek, ejderhanın zehrinden arınmış.

Kaynakça: Silvan Tevfik Dabakoğlu
Terzi Babasından


Suzan (Suzi) ve Kırklardağı

Diyarbakır'ın güneybatısında, Dicle Nehri kenarında, Kırklardağı vardır.Bu Kırklardağı'nın arkasında Kırklar Ziyareti vardır.Çocuğu olmayanlar, buraya gelip dilek dilerler.Bir Süryani zengin ailenin de hiç çocukları olmuyormuş.Kadın, Kırklar Ziyareti'ne gelip dilek dilemiş, adak adamış.Bir kızı doğmuş. Adını Suzi (Suzan) koymuşlar.Her yıl doğum gününde, annesi onu süsler, giydirir ve Kırklar'a götürerek, bir kurban kestirirmiş.Suzan böylesine bin nazlarla büyüyüp, güzel bir genç kız olmuş.Müslüman komşularının oğlu Adil'le, birbirlerine aşık olmuşlar.

Yine bir doğum yıl dönümünde , annesi Suzi'yi , hizmetçilerle beraber kurbanını kesmek üzere, Kırklar Ziyareti'ne göndermiş.Arkalarından habersizce Adil de gelmiş.Hizmetçilerin kurban kesme telaşından yararlanan Suzi, Adil'le beraber, dağın arkasına dolanmışlar ve orada sevişmişler.Kırklar Ziyareti, bu beraberliği bağışlamamış ve ziyaret Suzi'yi çarpmış.Kız On Gözlü Köprü'nün orada, Dicle'de boğularak ölmüş.Suzi'nin ölümünden sonra, Adil de aklını yitirmiş.

Suzan - Suzi Türküsü

Kırklardağı'nın yüzü

Karanlık sardı düzü

Ben öleydim

Suzi-Suzi Ziyaret çarptı bizi

Köprüaltı kapkara

Anne gel beni ara

Saçlarım kumlara batmış

Tarak getir de tara

Köprünün orta gözü

Sular apardı düzü

Ben öleydim

Suzi-Suzi Dicle ayırdı bizi

Kaynakça: Diyarbakır Esma Ocak Yazar Büyüklerinden

Masallar

Hayal ürünü olan, bilinmeyen bir zamanda geçen, anlatılanlara inandırmak iddiası bulunmayan anlatım türüdür.Dinleyicinin dikkatini masalda toplayabilmek için masalın başında, sonunda ve bazen uygun görülen yerlerde masal tekerlemeleri söylenmektedir.

Fıkralar

Yaşamsal olaylardan hareketle anlatılan, anlatılanlardan bir sonuç çıkarma amacında olan, nükte, hiciv, mizah unsuru barındıran kısa sözlü ürünlerdir.

FIKRA ÖRNEKLERİ

O Zaman Başka

Hoca'nın kadılık yaptığı sıralarda bir adam gelmiş:

-Hoca efendi demiş,size bir şey danışacağım.

-Buyurun sorun.Demiş Hoca, adam sözünü sürdürmüş:

-Geçen gün , komşuların size ait olduğunu söyledikleri bir inek, tarlada bizim ineğin karnını vurup öldürmüş.Şimdi ne yapmam gerek?

Hoca , sakallarını sıvazlayıp bir an düşündükten sonra :

-Hayvan bu, demiş, dava edecek değilsin ya!..

-Teşekkür ederim kadı efendi.

-Sahibinin de bu işte suçu yok;ne bilsin böyle olacağını?

Adamın yüzü gülmüş, tekrar söze başlamadan önce:

-Kusura bakma kadı efendi, demin ben bir yanlışlık yaptım, ölen inek benimki değil, seninki imiş.

Hoca , yerinden doğrulup:

-Bak demiş, şimdi iş değişti.O halde verin raftaki kara kaplı kitabı da hele bir bakalım! ...

Subaşının Eşeği

Eşeği kaybolan Subaşı, ateş püskürmüş:

-Çabuk benim hayvanımı bulun, yoksa karışmam! Diye bağırmaya başlamış. Herkesi bir telaş , bir korkudur almış.Eşeği aramak için dört bir tarafa dağılan Akşehirliler , yolda Hoca'ya rastlamışlar:

-Aman Hocam, bize yardım et.Yolda sahipsiz bir eşek bulursan hemen yakala ne olur.

-Eşek kimin?

-Subaşının.Demişler.Hoca da: "Peki ararım" demiş ve türkü söyleye söyleye yolunu sürdürmüş.

Karşısına çıkan bir köylü:

-Hocam, böyle türkü söyleyerek ne yapıyorsun? Deyince,

Hoca:

-Subaşının kaybolan eşeğini arıyorum! Demiş. Adam , yine sormuş:

-Peki , böyle türkü söyleyerek eşek mi aranır a Hoca?

-El elin eşeğini elbette türkü söyleyerek arar.Hele eşek zorla aranıyorsa.Üstelik Subaşınınsa....

Eşeğe Neden Ters Binmiş

Bir gün Hoca, eşeğine binerek , arkasına takılan bir kısım insanlarla birlikte, camiden eve dönerken birdenbire durur, hayvandan iner ve yüzü insanlara dönük olarak eşeğe ters biner, yani semere ters oturur.Bunu görenler yaptığı hareketin nedenini sorarlar.Hoca şöyle der:

-Düşündüm taşındım, eşeğime böyle binmeye karar verdim çünkü saygısızlığı hiç sevmem.Siz önüme düşseniz, arkanızı bana dönmüş olacaksınız; usulsüzlük saygısızlık olur.

Ben önde gitsem, size arkamı çevirmiş olacağım ki bu da doğru değildir.Böyle ters bindiğim zaman ise hem ben önünüzden giderim, siz de ardımdan gelmiş olursunuz; hem de karşı karşıya bulunuruz!

Perdeyi Ben Buldum

Bir ahbap topluluğunda Hoca'nın eline iş olsun diye bir saz tutturmuşlar:

-Hadi bize güzel güzel bir şeyler çal da dinleyelim!Demişler.Hoca sazı eline alınca mızrabı bir aşağı bir yukarı teller üzerinde rasgele dolaştırmağa ve böylece tuhaf tuhaf sesler, gıcırtılar çıkarmağa başlamış:

-Aman Hoca demişler, saz dediğin böyle mi çalınır?Perdeler üzerinde usulüyle gezinmek gerek...Hoca , elindeki sazı dımbırdatmağı sürdürürken:

-Onlar perdeyi bulamazlar, aramak için gezinip dururlar.Ben buldu işte.Niçin boşu boşuna gezinip durayım, demiş. Gülmüş.

Atasözleri

Atalarımızdan günümüze kadar ulaşan, belirli bir yargı içeren, söyleyeni belli olmayan düz konuşma içinde kullanılan sözlerdir.

Atasözü Örnekleri:

- Acıkan yanağından, susayan dudağından belli olur.

- Ah alan onmaz, ah yerde kalmaz.

- Ak köpeğe koyun diye sarılma.

- Akıl yiğide sermayedir.

- Al malın iyisini çekme kaygısını.

- Almak kolay ödemek zordur.

- Altın kılıç demir kapıyı açar.

- Alçak tavuk kendini ferik gösterir.

- Arap eli öpmeyenin dudak kara olmaz.

- At ölür meydan kalır,yiğit ölür şan kalır.

- Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.

- Attan düşen ölmez, eşekten düşen ölür.

- Az kazanan çok kazanır,çok kazanan hiç kazanır.

- Aç koyma hırsız olur, çok söyleme yüzsüz olur, çok değme arsız olur.

- Ağlayanın malı gülene hayır gelmez.

- Ağustosta beynin kaynasın, kışın da tencere kaynasın.

- Ağır baş iyidir, yenlik olsa uçar.

- Babasına hayır etmeyenin kimseye hayrı olmaz.

- Bahar çiçeğiyle güzeldir.

- Bal yiyen baldan bıkar.

- Bebeler birbirinden huy kapar, ayranlarına su katar.

- Besle kargayı oysun gözünü.

- Bin atın varsa bin dinlen, bir atın varsa in dinlen.

- Bir bütün bir yarımdan iyidir.

- Bu dünya iki kapılı handır, gelen bilmez geden bilmez.

- Budalanın yağı çok olursa sakalına sürer.

- Çocuk evin meyvesidir.

- Çocuğa iş buyuran, ardınca kendi gider.

- Darlıkta dirlik olmaz.

- Dağ dumansız insan hatasız olmaz.

- Deniz yoğurt olmuş da yemeye kaşık bulunmamış.

- Dert saklayanda kalır.

- Devden büyük dert var.

- Dişi kuş yapar yuvayı, içini dışını sıvayı sıvayı.

- Dost kazandost; düşman anadan da doğar.

- Düşmanı karıncaysa, sen fil olur.

- Ekmeğin kestiğini kılıç kesmez.

- Fırsat eldeyken sürün devranı.

- Gelin bindi deveye gör kısmeti nereye.

- Geniş günün de dar gezen, dar günün de geniş gezer.

- Gittiğin yer kör ise, yüzünü yum da bak.

- Göz görmeyince gönül katlanır.

- Hasta sağ kalırsa hekime karşı gelir.

- Herkes kaşık yapar ama sapını yapamaz.

- Her şey incelikten insan kabalıktan kırılır.

- Hocanın dediğini tut, yoluna gitme.

- Hıdrellez yaz kapısı, yedi gün sürer tipisi.

- Kavakta nar olmaz, kötülerde ar olmaz.

- Kimi bağ bozar, kimi bostan bozar.

- Minnetle gül koklama, dikeni sancar seni.

- Mum dibine karanlık.

- Sen işlersen mal işler, insan böyle genişler.

- Tasa doyurur, acı acıktırır.

- Üzerine laf düşmedikçe konuşma.

- Vakitsiz açılan gül çabuk solar.

- Yardımcının yardımcısı olur.

- Yağmurlu gün tavuk su içmez.

- Zahmeriden sonra ekilen darıdan, kocasından sonra kalkan karıdan hayır gelmez.

 

Deyimler

Asıl anlamlarından uzaklaşarak yeni kavramlar meydana getiren kalıplaşmış sözlerdir.İki veya daha çok kelimeden kurulu bir çeşit dil ifadesi olan bu sözler, duygu ve düşüncelerimizi dikkati çekecek biçimde anlatan isim, sıfat, zarf, basit ve birleşik fiil görünüşlü gramer unsurlarıdır.

Mahalli Deyim Örnekleri:

Ağrı Dağından Kar Bağışlamak (Iğdır - Kars)

Başını Büyük Taşa Vurmak (Tunceli)

Ciğeri Ağzına Gele (Elazığ)

Kalbura Su Komak (Hakkari)

Hazıra Vezir (Samsun)

 
Şiirler

Dildeki anlam, ses ve ritim öğelerinden yararlanarak bir duygu, düşünce ya da olayı, yoğun ve sıra dışı anlatma sanatı olarak tanımlanabilir. İnsanoğlunun en eski ve kendine özgü anlatı türlerinden biri olması nedeniyle, bugüne kadar şiirin pek çok tanımı yapılmış, ama hiçbirinin bu kavramı tam olarak açıklayamadığı görülmüştür.Bu tanımlardan en yaygını, şiiri düz yazının karşıtı olarak gösteren tanımdır.Bir başka deyişle şiir düzyazıyla anlatılamayan duygu ve düşüncelerin ses uyumlarıyla, kulağa hoş gelecek biçimde oluşturulan dizelerle anlatılmasıdır.Ama bu tanım manzumeyi de kapsar.

Şiiri manzumeden ayıran özellik ise, manzumenin yüzeysel ve sıradan olmasına karşılık, şiirin yoğunluk ve derinlik taşımasıdır.Ölçü ve uyak, çağlar boyunca şiirin en ayırıcı niteliği olarak kabul edilmiştir.Ne var ki, yalnızca ölçü ve uyakla şiir yaratılamayacağı gibi, özellikle 20. yüzyılda ölçü ve uyak kullanılmadan da çok başarılı şiirlerin yazıldığı görüldü.

Bunun sonucunda düzyazının nerede bitip nerede başladığı önemli bir sorun olarak ortaya çıktı. Düzyazıda dil yalnızca bir bildiri iletmenin amacıdır; bildiri iletildikten sonra sözcüklerin anlamı kalmaz.Şiirde ise vurgu, sözcüklerin aktardığı bildiri kadar sözcüklerin üzerinde de yoğunlaşır.Yani şiir de neyin söylendiğinden çok nasıl söylendiği önemlidir.

Kim Kimdir?

 

Yani kelimesi, dilimizde son zamanlarda farklı bir kullanım kazandı; iğreti, yavan ve yanlış bir kullanım… Karşınızdakine bir sıkıntınızı açıyorsunuz ya da bir problemi dile getiriyorsunuz:

—Günde birkaç sayfa bile olsa kitap okumadıktan sonra neye yarar ki?
Aldığımız cevap şu:
—Yani…
— Önceden planlı hareket edilseydi, şimdi İstanbul’un çarpık yapılaşmasına çözüm bulmak için kara kara düşünmek zorunda kalmazdık.
—Yani…
—Bu kadar israf içinde bereket arıyoruz.
—Yani…
—Hukuk, birilerinin rağmına işlemediği gibi birilerinin hatırı için de işlemez.
—Yani…
Bu şekilde dakikalarca devam eden bir diyalog düşünün. Sanki beyin sarsıntısı sonucu hafızasını kaybetmiş birisiyle karşı karşıya kalmış gibi, söylediğiniz her cümlenin karşılığında “yani” cevabı alıyorsunuz. Zannım odur ki bu dil, tarih sahnesine çıktığı günden bu yana böyle yavan bir diyalog yaşamamıştır. Günümüzün nesli, fazla kelime kullanıp zihnini yormak istemiyor gibi bir tavır içinde… Oysa bildiğimiz kelime kadar düşünebiliriz. Düşünmek için konuşmak şart değilse de kelime bilmek şarttır. Bilmediğimiz kelimeler bizim değildir. Birkaç kelime ile konuşan insan, sadece birkaç düşünce üretebilir. Binlerce kelime ile konuşan birisi de binlerce düşünce üretir. Aslında konuşma, aynı zamanda düşünce üretme demektir. Her cümle bir düşüncenin neticesidir. Düşünmeden konuşsaydık, cümlelerimizde “insicam” olmazdı. Nitekim deliler böyledir.

“İnsan düşünen hayvandır.” demiş Aristo. İnsanın hürmete lâyık, müstesna konumunu mahfuz tutarak, ifadede geçen “hayvan” kelimesini canlı manasında düşünürsek bu hükme hak verebiliriz. Çünkü konuşmak/düşünmek, insanı diğer canlılardan ayıran temel özelliktir. Bu özellik ise ancak kelimelerle filizlenebilir.

Yani kelimesi, Türkçemizde cümle başı edatıdır ve açıklama yapılacağını belirtir. Bunun dışında bir kullanımı olmayan bu kelime/edat, “cahil ü nadan”ın elinde tuhaf bir şekle büründü. Şöyle dersem bu edatı doğru kullanmış olurum: “İnsan kelimelerle düşünür. Yani düşünmek için kelime bilmek şarttır.” Bu edat, dilimize Arapçadan girmiştir. Yeni yeni karşılaştığımız tuhaf kullanımın ise nereden çıktığı ve hangi gayeye hizmet ettiği belli değildir.

Aynı tuhaflığı yaşadığımız bir diğer kelime de “atmak”tır. Atmak, arı duru Türkçe bir fiil... “Taş atmak, ok atmak, laf atmak, kafadan atmak” gibi onlarca hatta yüzlerce kelime ve deyim hep Türkçemizin yamaçlarında filizlenmiştir ve hepsi de gereklidir. Ne var ki son zamanlarda bu kelime Türkçemizin yapısına, mantığına ve en önemlisi de nezaketine asla yakışmayacak bir tuhaf kullanıma büründü/büründürüldü. “Farz-ı muhal, meselâ, örneğin, diyelim ki…” gibi anlamların karşılığı olarak ortaya çıkan bu fiilin kaypak ve nezaketsiz tavrı karşısında dilimizin de hayrette kaldığını görebiliyorum. “Atıyorum, sizin iki daireniz var. Atıyorum, siz yurt dışında yaşıyorsunuz. Atıyorum, siz hastalandınız…” Şeklinde devam eden yavan ve nezaketsiz bir sürü cümle silsilesi… Böyle bir kullanım, konuşmacının ciddiyetini bir anda sıfır noktasına çekiyor. Bu kadar atan birisine ne kadar güvenebiliriz? Türkçemizde “kafadan atmak” deyimi zaten var. Bu deyim, bütün ihtiyaçlarımıza cevap vermeye yetiyor. Bu deyimin “mazmun”unda “bilgi sahibi olmamak, bilmeden konuşmak, gelişigüzel karar vermek…” gibi bir sürü anlam zaten gizlidir. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi iki cümlede bir “atıyorum” demenin anlamı nedir? Bu kadar atan birisine ne dil güven duyar ne de insanlar… “Farz-ı muhal, örneğin, meselâ…” gibi kelimeleri bir kenara atıp kafamıza göre nasıl atabiliriz?

Aynı tuhaf kullanımlara verebileceğimiz bir diğer örnek de “olay” kelimesidir. Bu kelime de böyle tuhaf bir kullanıma büründü. “Olay” kelimesi dilimizde zaten var ve “hadise”nin yerine kullanılıyor. “Hadiseler öyle hızlı gelişti ki…” yerine “Olaylar öyle hızlı gelişti ki…” diyebiliriz. Bu doğrudur. Ya şunlara ne demeli: “Cep telefonu kullanmak iyi bir olay… Enflasyon olayını çözmeden bu iş olmaz. Büyük şehirlerde trafik olayı insanı yıpratıyor. Bisiklete binmek sağlık için çok yararlı. Bu olayı herkese tavsiye ediyorum.”

Birçok kelimeyi bir kenara atıp her şeye “olay” demek, en başta ana dile karşı nezaketsizliktir. Dili iyi ve doğru kullanma, her şeyden önce dile saygılı olmak ve değer vermekle mümkündür. Yoksa “atıp tutmak”la ve onca güzel kelimeyi görmezden gelerek “olay” çıkarmakla dilin zevkine varılamaz.

Anahtar

Ali Osman KURUN

Çocukluğumda anahtar yalnız önemli merasimlerde kullanılan eşyalar cinsindendi benim gözümde. Anahtar ancak bütün ev halkının dedemin, babaannemin, amcamın, halamın ve bizim topluca gittiğimiz bir ziyaret, düğün ve benzeri yerlerden dönüşlerde büyük bir acemilikle kullanılırdı. Anahtarı kullananın kapıyı açması, önemli törenlerde bir devlet büyüğünün kurdeleyi kesmesi gibi heyecanla beklenir ve kapının açılışı merakla seyredilirdi! Öyle herkesin anahtarı olmazdı hem. Zaten normal günlerde anahtara pek fazla gerek de yoktu. Kapımız açık olurdu umumiyetle. Açık değilse ya annem açardı ya babaannem ya da evdeki herhangi birisi... Doğrusu misafirin yedi gün yirmi dört saat eksik olmadığı, bir hana benzeyen o evde tanıdık biri size kapı açmışsa (Çünkü misafirler de kendi evlerindeymiş gibi rahat olduklarından kapı açabilirdi.) bu garipliğin neden kaynaklandığını anlamak istercesine tuhaf tuhaf karşınızdakinin yüzüne bakar, büyük bir hayretle bu garip durumun sırrını çözmek için etrafı dikkatlice yoklardınız!

Anahtar benim el sürmeyi aklımdan bile geçirmediğim büyüklere ait şeylerdendi. Annem bir uzman doktor feraseti ile bendeki eşyaları kaybetme hastalığını daha o yaşlarımda teşhis ettiğinden anahtarla benim aramda en ufak bir gönül bağının oluşmaması için her türlü tedbiri almıştı. Olur, da, çok önemli bir iş, ama yalnız çok önemli bir iş için, bana anahtarı vermesi gerekirse misafir çocuğunun istediği kıymetli bir eşyayı ayıp olmasın diye bin bir sıkıntı ile veren ev sahibinin kaygılı bakışlarıyla, eli titreyerek uzatır ve daha avucuma koymadan “kaybetmememi”, “bir yerde bırakmamamı”, “evin içinde unutmamamı”, “yolda düşürmememi” ve sigortacıların bile sözleşmelere şerh düşmeyi akıl edemeyeceği bilumum şeyi sıkı sıkı tembihler, bütün tedbirleri aldığına kâni olduktan sonra da Allah’a yönelir “İnşallah kaybetmez!” diye endişeyle gizli gizli duâ ederdi.

Arada bir kullanmak tamam ama bir ev anahtarına sahip olmak o yıllarda aklımın ucundan bile geçmezdi. O zamanlar düşlerimi süsleyen, beni asıl etkileyen başka bir anahtar vardı. Dedemin kendi yaptığı ceviz konsolun geniş çekmecesinin -o dipsiz hayal kuyusunun- anahtarı… O çekmecede odalar dolusu para ve dünyadaki en önemli işlerle çok yakından alâkalı kağıtlar ve eşyalar olduğunu düşünürdüm hep.. ve o anahtarın âdeta, evin direği, en önemli adamı dedemin taşıdığı evin kalbinin anahtarı olduğunu… Ah, böyle bir anahtara sahip olmak ne erişilmez ne güzel hayâldi.

...
İlkokulu bitirir bitirmez dükkân sahiplerinin yağmurdan, soğuktan zarar görmeyecek eşyaları gece rahatça sokakta bıraktığı; manavların meyve, sebze dolu kasaların üstünü bir branda ile örtüp gece huzurla evlerine gittikleri küçük bir kasabadan, bir yatılı okulda okumak için daha büyük ve kapıların sıkı sıkı kilitlendiği bir yere gidince anahtar sahibi oldum ilk defa. Çelik dolabımın asma kilidinin anahtarı… Orta boy, orta kalite, hemen hemen bütün öğrencilerde olan, Çarşamba’nın bilmem hangi hırdavatçısından alınmış ve en önemlisi(!) anahtarını kaybederseniz kıramayacağınız (Çünkü dolap kapağının kilit takılan yeri daha önce kırılırdı.) ve (Kimin buluşuydu hatırlamıyorum. Belki de benim!) demir testeresiyle kilidin damak yerini (Kapıyı tutan çelik kısmı kesilmezdi.) keserek açmak zorunda kalacağınız bir asma kilitti işte. Kaç tane mi kullandım ondan?

-Hesabı mı olur!
Yatılı okulda okumak için yanıp tutuşuyor, kendi dolabımı kendi komodinimi kullanmak için sabırsızlanıyordum. Artık benim de dedeminki gibi, ‘çok gizli’ şeylerimi saklayacağım ve herkesin onun benim olduğunu bilerek bana ‘saygı’ duyacağı bir dolabım olacaktı ve o dolabın yalnızca bana ait olduğunu kendisine her baktığımda, onu her elime aldığımda bana hatırlatacak bir anahtarım. Yani büyüyecektim ve büyümek için bir gün daha bekleyemezdim! Bir gece daha yanında kalmam için ısrar eden anneme “Yok, yok, siz beni burada bırakın!” dediğimi sonraları hep hüzünle hatırlamışımdır. Ah, yokluğumda bile masaya benim için tabak kaşık koymaya devam eden, yokluğuma hiç alışamayan, ama okumam için bunu hiç belli etmeyen, her tatil dönüşü -okula gitmek istemediğimden- karnıma gitme sancıları girdiğinde beni gülerek uğurlayan ve peşimden gözleri dolan annem...

Her ne kadar yatılı okulda okumak için çok hevesli olsam da (Nice çocuk ulu orta iki gözü iki çeşme ağlarken ve bir o kadarının da gece herkes uyurken yatağını yorganını sular seller alırken.. Hatta ağlayanlarla dalga geçenler bile bir hafta sonra kısa bir telefon görüşmesinin ardından ortalıkta herkesten beter yaygara koparırken gözlerimden tek damla yaş gelmemiştir!) avucuma o soğuk anahtarı aldığımda kalbim gizli bir hisle bu ‘acı işareti’ sezdi ve sızladı sanırım. Zaten bir süre sonra ne komodin ne dolap ne de anahtar sahibi olmanın bir büyüsü kalmıştı. Yurdun penceresinden uzaklara bakıyor; evimi, kasabamı düşlüyor, okuldan yurda dönerken yatılı okumayıp evlerine dönenlere imreniyordum. Bir ara, yarım dönem tanıdık birkaç üniversiteli ile evde de kaldım. Bu dönemde insanı karşılayan sıcak bir gülümsemeden yoksun kapıların ardındaki odaların soğukluğunu yüreğimde daha şiddetli duydum. Artık beğenmediği bir yerini; saçını, burnunu, kulağını vs. bir suç gibi taşıyan ergenlik çağındaki çocuklar gibi taşıyordum anahtarımı cebimde. Para almak, bir kalem bulmak ve daha kim bilir ne işler için elimi cebime atıp yanlışlıkla(!) ona her değdiğimde, rahatsız edilmiş birisinin homurtusuyla bulunduğum yere ait olmadığımı ihtar ederek azarlıyordu beni anahtarım…

Yine de bütün bu gizli çekişmeler ev ahalisinin arasındaki sır gibi ikimizin arasında kalır, dışarıya asla sızmazdı. Anahtarım herkesin görebileceği bir şekilde elimde ise her zaman büyüklere has bir eda ile tutar ve onu kendi başıma ayakta durabilmemin bir zafer nişanı olarak anlı şanlı nişanlarını göğüslerinde taşıyan eski zaman paşalarınınkileri kıskandıracak yakışıklı bir pozla diğer çocukların gözüne sokardım.

Dört yıl su gibi akıp geçti. Memleket özlemine ailemin de ısrarı eklenince Anadolu lisesini bırakıp, yedeklerden girebileceğim Fen lisesine göz ucu ile bile bakmadan kendi ilçemizdeki Ladik Akpınar Anadolu Öğretmen Lisesi’ne kayıt yaptırdım. Akpınar gerçekten hiçbir yeri aratmayacak müstesna bir okuldu. Kütüphanesi, laboratuarları, kapalı spor salonu, futbol sahası (Onu nasıl unutabilirim!), marangozhanesi, tiyatro ve sinema salonu, resim atölyesi, müzik odası, çam ormanı ve meyve bahçeleri ile âdeta yeşilliklerin içinde küçük, şirin bir kasabaydı. Gerçi yine yatılı okuyacaktım tabi ona yatılı okumak denirse! Canın sıkılınca atla bir arabaya (Yani müdür yardımcısı Erkan Beyse veya diğer müdür yardımcıları günündeyse ve izin koparabilirsen.) on dakikada evindesin! Evine gittiğinde de anahtar çektirmenin hâlâ lüzumsuz masraflar cinsinden telakki edildiğini görerek hayli mesut... Zaten herkesin bir dolabı dolayısıyla da bir anahtarı olduğu, kendi memleketimin sınırları içerisindeki o yerde anahtar da artık asık çehreli bir adam değildi. Hatta o yıllarda anahtarın hayallerimizde güzel bir peri çehresiyle eşdeğer bir ışıltıya sahip olduğunu söylesem? Niye mi? O yüzlerce odalı bir konağa benzeyen okulda her anahtar ayrı bir güç simgesi ayrı bir statü sembolüydü. Önemli bir anahtarı eline geçiren çocuk, masallarda yaşayan bir peri kızını koluna takmış gibi kurula kurula yürür, gıpta ile karışık bir hürmetle seyredilirdi. “Hamamın anahtarı Sinan’daymış!” vayyy… O halde sabah hamama ilk önce girip güzel bir kurna (Kurnaların iyiliği, çatlağının olmaması ve musluğundan akan suyun bolluğu ile değerlendirilirdi.) kapmak isteyenler o akşam Sinan’ın gönlünü hoş etmeli, aralarında bir kırgınlık varsa en kısa zamanda “Hemşo”, “Gardaş” gibi aradaki kırgınlığın gelip geçici olduğunu ima eden sözlerle diplomatik girişimlerde bulunmalıydı. Sinan’la arası iyi olanlar ise o akşam Sinan’ın yanında her zamankinden daha uzun kalmalı, her zamankinden daha neşeli ve koyu bir muhabbete dalmalı ve bu önemli insanla arasının ne kadar iyi olduğunu, isterse yarın en iyi kurnada yıkanabileceğini ‘ince’ bir çalımla herkese göstermeliydi. Hele alt sınıflardan birisi –Nasıl olup da!- önemli bir anahtarı eline geçirdiyse yaşıtları arasında bir efsane adam, bir kahraman gibi görülür; aynı zamanda bu önemli hadise, hepsinin üst sınıflara karşı kazandıkları ortak bir zafer olarak destanlaşır, dilden dile dolaşırdı.
...
...
...
Ne anahtarlar geçti elime…
“Spor salonunun anahtarı Ali Osman’daymış!” vayyy!
“Kütüphanenin anahtarı Ali Osman’daymış!” vayyy!
“Yatakhanenin anahtarı Ali Osman’daymış!” vayyy!
...
...
...
Ve anahtarlarıyla ve o anahtarlarda ışıldayan fakat yalnız on yedi yaşındakilerin görebildiği daima neşeli ama biraz da hüzünlü peri yüzlerle beraber o günler de geride kaldı.

Üniversite yıllarımda anahtar çok gerekli bir âletti benim için. Bir ev bulup taşınamadığım ve eşte dostta kaldığım günlerde ya evde birisi olmaz da dışarıda kalırsam diye kaygılandığım zamanlar bir anahtar sahibi olamamanın üzüntüsünü duyardım hep. Evime taşınıp anahtarımı aldığım zamanlar ise kendimi kuşlar gibi özgür hissettiğimi hiç unutmam. (Zile bastığımda kapıyı açanın yüzünde olmasa da sizin psikolojikmen gördüğünüz ‘yine mi!’ ifadesi ile haşlanmadan istediğim kadar girip çıkabilecektim ya.. ve evde birisi var mıdır acaba diye düşünmeksizin…) Küçük yerleşim merkezlerinde yaşayıp da komşudan akrabaya çalacak onlarca kapısı olanlar bu kaygıyı yaşamaz pek. Büyük şehirlerde ise gönül huzuru ile gidebileceğiniz akraba, dost genelde az olur. Onlar da gidilmesi meşakkatli ve hayli uzun zaman alan yerlerde otururlar çoğunlukla. Tabii ki oturacak kahvehaneler, ‘cafe’ler, lokantalar vardır ama eğer buralara sık uğrayan birisi değilseniz hemen sıkılır, orada kendinizi rahat hissetmezseniz. Bu yerler hiçbir zaman size dışarıda kalmışlığınızı unutturmaz.

Lise yıllarında bir âdet edinmiştim. Canım sıkıldıkça Ladik'teki meşhur Seyit Ahmet Kebir türbesine gider dua ederdim. Türbedarın evinin penceresinin önünde duran anahtarı alır, yemyeşil ağaçların gölgelediği türbeyi açar, onun huzurlu atmosferinde gönlümü serinletirdim. Belki de bundandır bilmiyorum; İstanbul'da bu tip yerler zamanla bana bir akraba evi, bir tanıdık kapısı gibi oldu. Özellikle Beşiktaş’ta, Tanpınar’ın “İlahî mağfiret Yahyâ Efendi Dergâhı’nda âdeta güzel bir insan yüzü takınır. Ölüm burada, hemen iki üç basamak merdiven ve bir iki sedle çıkılıveren bu bahçede hayatla o kadar kardeştir ki, bir nevî erme yolu, yahut aşk bahçesi sanılabilir.” diye tarif ettiği Yahyâ Efendi Dergâhı’na gitmek bana ayrı bir haz veriyordu. Yahyâ Efendi İstanbul’da içim daraldıkça ziyaret ettiğim, ‘elini öptüğüm’ büyüklerden oldu zamanla.

Yine böyle sıkıntılı olduğum bir gün dergâha gittiğimde kapıların kilitli olduğunu görünce boynum bükük geri dönmek zorunda kaldım ve taşlarla örülmüş yokuştan mahzun mahzun indim. Eve dönünce Yahyâ Efendi’ye şu şiiri yazdım.

yollar içimizden uzar gibi...
taşlar içimizde yatar...
kendimize bastığımız bu durmadan
akan zaman
tutunduğumuz bir gül gibi
ellerimize batar...
kilitler kapılardan çok çok önce
yollara vurulmuş
hırsızlar sürgü satar...
yanıldıysam her gece
kalbim bir saattir kurulmuş
hüzünleri kovar çaresiz
akrebe katar...
kilit belki bende ama
neyleyim açamadım bir ömür
ellerim göklere sürülür
anahtar... anahtar...

Üniversite yılları da geçip gitti, geçip giden nice yıllar gibi… İş güç sahibi oldum. Anahtarlığımdaki anahtarlar arttı. Kimi mutluluk oldu kimi sorumluluk kimi de ağırlık… Bakalım, ömrümüz varsa kim bilir daha kaç anahtar girecek hayatımıza. Yalnız, bildiğim bir şey varsa o da annemin kaç yaşında olursam olayım bana bir anahtar verirken hep o kaygılı gözlerle bakacağı ve hep içinden gizli gizli duâ edeceği: “İnşallah kaybetmez!”

 

 

 
bugün 19532 ziyaretçiburdaydı...
giriş yapabilirsiniz...  
   
 
 





 
 
   


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol